Popüler Yayınlar

29 Aralık 2010 Çarşamba

BOYNU BÜKÜK DİLİMİZ!

Günümüzde toplumların ekonomik, siyasal ve kültürel  alanda birbirinden etkilenmesinin kaçınılmaz olduğu gibi, o toplumların milli değerlerinden olan dillerinin de birbirinden etkilenmesi aynı ölçüde kaçınılmazdır. Bu etkinin olumsuzluklarını en aza indirgemek ve olumlu yönlerini doğrudan kabul etmekten ziyade kendi milli dinamikleriyle tekrar yorumlayarak özümsemek o millete yakışan en doğru davranış olsa gerek; ancak ülkemizde bu durum hiç de böyle değil. 
Dil konusunda yeteri kadar milli hassasiyete sahip olmadığımızı görmek için uzaklara değil kafamızı biraz kaldırarak “restaurant”,”car wash”,”rent a car”,”shop”... gibi tanıdık gelen ama bizden olmayan sözcüklerle dolu tabelalara bakmak yeterli olacaktır. Peki yüzyılların tarihi, kültürel ve milli birikimlerini içinde barındıran dilimizi yetersiz(!) görüp tercih etmemek, -tabirici caiz ise- el tersiyle ikinci plana itmek, hatta daha açık bir ifadeyle “ana” değil ,“yedek” dil olarak görmek, onu tarih içinde sahipsiz bırakmak değil de nedir? Ünlü düşünür Konfüçyüs’ün “Bir milleti yok etmek istiyorsanız işe önce dili ile başlayın” sözünü her daim duyduğumuz halde o tabelaları asarken aslında bu milletin geleceğini darağacına astığımızın neden farkında değiliz? Meşhur yazarlarımızdan biri, Türkçe’ye bir çok sözcük gibi sonradan iliştirilen “-sal, -sel” eklerini mizahi bir şekilde eleştirerek; “Türkçe’yi sal’a bindirdik, sel’e kaptırdık” derken neyi kastediyordu acaba? Çanakkale’de iman dolu göğsünü siper edip düşmanın bir adım daha vatan toprağına geçmesine izin vermeyen ecdadın torunları olan bizler, neden birçok yabancı kelimenin dilimize geçmesine izin verdik ve veriyoruz? Bu ve bunun gibi daha bir çok sorunun cevabını kendimize veremezken, bu sorumsuzluğumuzun hesabını neslimize nasıl vereceğiz? 
Elbette dünya da hiçbir dil yoktur ki bir başka dilden etkilenmemiş veya başka bir dili etkilememiş olsun; fakat bu her gelene hoş geldin demek değildir. Eğer öyle olsaydı, bugün bizler yukarıda sorduğumuz sorulara kolaylıkla cevap verebilirdik. Hatta bu soruları sorma gereği bile duymazdık belki de. Bugün kuşaklar arasında bir iletişim sıkıntısı varsa, gençlerimizin iki sözünde biri “Seni anlamıyorum” veya “Kendimi ifade edemiyorum” şeklinde olumsuz cümlelerle bitiyorsa bu bizlerin dilimizi boynu bükük bırakmamızın bir sonucudur. Yabancı dil öğrenirken kendi dilimize fark etmeden de olsa sırt dönmemizin bir sonucudur. Kısacası kendi hatamızın bir sonucudur. Faili olduğumuz bir problemin çözümünü ise başka yerde değil yine kendimizde aramalıyız. Nasıl ki bir tohum önce toprağını bulur, o toprakta çatlar, yeşerir ve meyveye durur. Sahibi ona baktığı ölçüde o da sahibine lütufta bulunur. Sahipleneni yoksa eğer önce meyveden kesilir, sonra solar ve kurur. İşte yeteri kadar sahiplenmediğimiz dilimizin meyveden kesildiği bir anda sanırım elinden tutmanın tam vakti. Bir dili sahiplenmekse onu sadece sözlüklere hapsederek boynu bükük bırakmak değil, onunla yazmak, onunla konuşmak, onunla iletişim kurmaktır. 
Sözün özü; Türkçemize hayat verme adına, hayatınızın her köşesinde ve anında ona yer verin…Tabelalarda bile! 

Mustafa ÜNALAN 14.12.2009 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder